25 Aralık 2013 Çarşamba

günün getirdikleri ve ayazda kalmış Ayaz bebek



Tiz bir bebek ağlaması geliyor uzaklardan,bulunduğumuz bu kocaman odada değil ağlayan her kimse...Kurşun gibi  göz kapaklarımı zar zor araladığımda oraya buraya  koşturan sabolu, beyaz çoraplı bir çift ayak ilişiyor gözüme...Neden sonra elimin içindeki minicik eli hatırlıyorum...Sıcacık...Kıpırtısız...
Uyumuş kalmışız. Kızla babası arabada bekliyorlardı, onlar da uyuyorlardır şimdi...Küçücük elin üzerinde bebeciğimin etine sabitlenmiş bir ince hortum, oynattıkça kan sızmış kurumuş kalmış kenarlarında. Görünce içim cız ediyor. Işık hızında bir yıl önceye gidiyorum. Vücuduna sabitlenmiş başka başka hortumları ve dıııt dııt dıııt seslerini duyar gibi oluyorum...Bu günümüze şükür. Şimdi o hortumdan gelen sıvı  sayesinde iyiyiz artık.

Doğruluyorum kıvrılıp kaldığım yerden, sırtım nasıl sızlıyor...Oğlan ağlamıyor, kusmuyor ya nasıl bir coşku içimde sabaha karşı müşahade odası sersemliğinde... 

Yine uzaklardan bir ses.TV açık koridorda, yankılana yankılana yanımıza ulaşıyor haberleri okuyan kadının sesi:
Konya'nın Ereğli ilçesinde  nüfusa kaydettirilmemiş 40 günlük Ayaz bebek evlerinin camı olmadığı için soğuktan öldü.
Soğuktan öldü...
Soğuktan öldü...
Tutamıyorum gözyaşlarımı...
Birileri kendilerine ait olmayanları hiç gocunmadan ceplerine doldururken bir bebek evinin camı olmadığı için soğuktan ölüyor...

Başka bir kanalda eşinin aklanmasını dört gözle bekliyor başka bir anne..." Çocuğum için endişeleniyorum" diyor, rencide oluyor diye gözyaşı döküyor...

Sahi rencide olmak,toz kondurmamak,yalan söylemek,başkalarına ait olanı cebe indirmek,dibine kadar yalan denizine batmış olanın aklanmasını bekleyebilmek bu kadar kolayken beş parasız olmak nasıl bir his kim bilir?Ya bebeğinin hakkının üstüne konanı uzaktan izlemek? Maviş anne bebeğinin ölümünü izledi üstelik...ÇALANLARdan olmadığı için çocuğu soğuktan donarken  sessizce ağlayabildi yalnızca...




Tüm yapabildiği buydu çünkü.




23 Kasım 2013 Cumartesi

beyaz bavul



Güzel ve ferah bi his...
Beni daha da enerjik yapan, durmadan hayal kurduran...
Sürekli bi " iyi ki yaptım " söyleminin, devinimlerimin arasında hiç durmadan  altyazı olarak geçip durduğu...

Bavulumu diyorum yahu...Beyaz bavulumu diyorum, iyi ki çıkardım ortaya :)
Şu bavulu nasıl mı çıkardım, durun anlatayım:

Hani şu kıvrıla büküle, beni düşünceden düşünceye salan orman yolum var ya, bi gün okuldan geliyorum bir de baktım duvarları gökyüzüne kadar uzanan, içindeki güzellikleri nar gibi saklayan o kocaman evlerin; o yüksek duvarları gördüğüm andan itibaren kendisini de içindekileri de hep merak ededurduğum evlerden birinin önünden geçerken kapısının önüne bırakılmış - ilk bakışta neredeyse 40lı yıllara ait gibi görünen-  tahta beyaz bi bavul gördüm.
Hızla miniğime kavuşma arzum bir anda uçup gitti. Bavulun önünde öylece kala kaldım. Yıllar yılı kaldığı evden çöpe doğru uzanan kısacık yolda belki de son zamanlarıydı artık bavulun. Belliydi. Aralık ağzından dışarı haki yeşili ve bej rengi çizgili bir eski moda pantolon askısıyla  çok sevdiğim kesekağıdı renkli büyük zarflardan biri görünüyordu.
Elimi sahiden mi uzattım, yoksa hayal gücümün bana oyunu muydu bu, fark edemeyince  korkup tekrar yürümeye koyuldum. Attığım her adımda kalbim bavulla birlikte  kaldı...Öyle kuvvetli bi arzu duydum ki oradaki muhtemel mektuplara, eski fotoğraflara, belki neredeyse üzerinden  bir ömür geçtiğinden sessizliğe bürünmüş, kanıksanmış bi aşk hikayesine tanık olmak için...

Yapamadım.

Çocukluğumda, -belki de yeniyetmeliğimde mi demeliyim-  kuzenlerle dedemin evinde  buluştuğumuzda, küçük odadaki divanın altında böyle bavullar bulurduk sapsarı kurak yaz öğleden sonraları...Nasıl büyük keyif duyardık; aile eşrafının tozlu hatıralarına tanık olmaktan, bazen bilmediğimiz belki önemsiz ama o zaman için  nasılda kıymetli ayrıntıları öğrenmekten, annelerimizin  hiç görmediğimiz çocukluk fotoğraflarına rastlamaktan...
Belki de bu yüzden hiç yapmadığım o " başkasının  eşyalarını karıştırma" aslında çocukluğumun        " yatak altı düzenleme seremonileri "  kadar masum  bir başka duyguyla karıştırılmıştı tarafımdan itina ile...

O günden sonra çok geçmedi, şu duvarlarımı boyama işlerimle ilgili  güzel gelişmeler oldu. Ben de bu keyifli uğraş için de yer yapayım bari dedim...
Adını hiç düşünmeden " beyaz bavul " koydum.

İçinden güzel şeyler çıkması temennimi gerçekleştirebilmek için elbet.


http://beyazbavul.blogspot.com/2013/11/duvarlarm.html



14 Kasım 2013 Perşembe

leyla'ya...




* Üç gün önce düşünülüp, eften püften yoğunluklarımdan ancak  bugün kaleme alınabilmiştir.

Bir tepeden aşağı doğru yürürken insan pek çok şeyi idrak edebilir elbet. Mevsimin değiştiğini mesela...Zamanın nasıl da su gibi aktığını...
Bugün orman yolundan, elektrik tellerinin üzerinde birbirleriyle hiç tanışmıyormuş gibi umursamaz görünseler de yan yana sıkış tepiş dizilmiş, vurdukça eli, kolu, yüzü acıtan yağmurdan aynı ölçüde nasibini almış ve soğuk havayı geçirmemek için itinayla  didik didik olmuş bir örnek tüyleriyle adını bilmediğim tembel ama ötüşken kuşların şarkıları eşliğinde kafamdakileri yerlere döküp saçmamaya özen göstererek yürürken ağaçların tepelerinin dolabımda -çoğu zaman- pişirmeye geç kaldığım için sararan brokolilerime benzediğini görünce gülümsedim. Değişimi onlara baktıkça görebildiğim  için severim meşe ormanlarını.
Çalılıkların yanından geçerken içlerindeki rutubet kokusunu içime çektim, uzaklardan gelen ot yanığı kokusu ilişti burnuma sonra...
Evime dönerken grinin en kurşuni tonuyla gökyüzü yere nasıl da yakındı ve içim kederleniyordu böyle yürürken...

Gri ve soğuk...Bir arada nasıl da kasvetli...

Kış bu...

Sonra kapımı açar açmaz tarçın kokulu bir sıcaklık sardı her yanımı...Nasıl kırmızı anlatamam :) Biraz da sarı evet! Çünkü sarı onun favori rengi...Ve bugün onun doğum günü!


Leyla'm,küçücük kızım  Khalil Gibran'ın dediğince  bize emanet edildiği günden bu yana büyüyormuş gözümüzün önünde de haberimiz yokmuş...
" Hani nası ................yapmıştık ya anne! Ne güzeldi dimi?" formatındaki cümleleriyle her defasında yeniden alevlenen kimi zaman sancılı, kimi zaman öfkeli, ölesiye yorgun kimi zaman ama  o koca "h  a  y  a  t  ı "  mutluluk, tatmin, minnet ve huzurun yanında tarif edilemez bir sevgiyle doldurmaya başlı başına yeten bir duyguyu getirip önünüze koyuveren o küçücük kalp...Yanında da  promosyon olarak A Ş K!

:)

Kırmızı ve tarçın kokusu...Bir arada nasıl güzel anlatamam...
Yaz gibi işte bu da...Ve insan ancak bişeye karşı duyduğu aşkla hissedebilir bunu..
Sevdiğimiz adamların aşklarından gayrı, aşkı bambaşka bir boyutuyla iliklerimize kadar hissettirecek evlatlarımız da varsa, durup biraz düşünmeli.

...

Buyrun, başka bir arzunuz?

19 Ekim 2013 Cumartesi

rütbesiz asker : er



Bir  dadımız olduğundan bu yana, yavaştan yavaştan- her işte yaptığım gibi- etrafımdan duyduklarıma tıkadığım kulaklarımı açtığım zamanları  idrak etmedeyim yorgun,bıkkın ve hayli usanmış halde...
Zira kaç hatfa çalıştık ki şunun şurasında ve biz üçüncü dadımızın kulllandığı ağıza,üsluba,çocuklara olan bakış açısına,elinin lezzetine,becerilerine,ve ihtimal yalanlarına alışmaya çalışıyoruz.
Kendimden çok korktuğumdan-malum serde duygusallık ağır basıyor- "bebeğimi nasıl yad ellere bırakacağım" olayına kıyısından köçesinden hiç  bulaşmamaya çalışıtım.Bulaşırsam çıkamam,çıkamazsam da hiç bırakamam diye...
Bu yüzden tıkamıştım kulaklarımı, öyle çok,öyle çok hikaye duydum ki hepsini es geçtim.Kimdi bunu diyen? " Herşeye kulak asarsan asıl o zaman sağır olursun!" Hah,Mabel Matiz,iyi demiş.

Sağır olmamak için kendi tecrübelerimi edinmek,belki de pekçoğu şehir efsanesinden ibaret demelerle bozmamak için kalbimi kendi yoluma baktım.

Ben bunu daha önce de buralarda gündüzken gece olan yerine yurduna geri dönmek zorunda olan sevdiğimden ayrılırken de yapmıştım.Kendimi programlamıştım saat gibi en başından.Gitmesi gerektiğinde de gitmişti.İnanamamıştım delirmediğime!
Bunda da işe yaramasına inanamadım.Şaşkın ve mutluydum ilk günler."Bebeğimi birine,hem de pek tanımadığım-aslında bir dakika- hiç tanımadığım birine bırakabiliyorum,şükür" modundaydım.

İnsanlara kolayca güvenivermek kocamın da benim de hemencecik yapabildiğimiz bişeydir,benim görünürde hiç sorgulamadan,kocamın da içsel olarak sorgulaya sorgulaya da olsa :)

Bu konuda çok iyiyiz vesselam!

Evimiz malum koyu yeşilin içinde, deli gibi camlı  bir bahçe katı...Görüşmeye gelen  ( dadılık için elbet ) insanları ilk bahçe kapısından girişte görür,olur mu olmaz mı hemen karar verirdim ve içim içime sığmazdı olmaz bildiklerimle bu görüşmeyi 10 dk nasıl sürdürebilirim yüzüm gerçeği söylemeden...
Geçenlerde kuzen demişti, " Ne zor seçmek birini böyle bir iş için,eline ayağına,tırnaklarına,saçlarına,hasılı ip ucu alabileceği her yerine bakıyor insan nasıl da çaresizce"  diye...Sahi ne zor bir durum bu...Tarifsiz şeyler var ya,onlardan biri...Karar verse de verememiş oluyor insan aslında.Hiç bitimiyor ki içindeki muhakeme,usul usul içine düşen şüphe...

Bitmiyor ki bu  bir dinamik nihayetinde,bir kerelik bir olay da değil, yaptım bitti gitti oh diyesin.Her Allahın günü bambaşka şeylerle büyüyüp genişleyip ya tahammül edemeyeceğin bir canavara dönüşüyor ki son veriyorsun bu durumda, ya da görüp bilip idare ediyorsun.Susuyorsun." Başka biri " alternatifi öylesine büyüyor ve gözdağı veriyor ki aklının köşesinden hemencecik kovalayıveriyorsun eğer çok ciddi meseleleer değilse seni huzursuzlandıran.

Hasılı hiç rahat olamıyor için  sen ve bebeğin  varken o olmuyor,o ve bebek varken de sen olmuyorsun ki en kahredici yanı da bu!

Türlü türlü şeylere alışmaya çabalarken nasıl da zavallı  yakalayıveriyor insan kendini.Daha önce hiç bebeğini  severken söylemediğin kelimeleri ondan duyup aşina oluyorsun için acıya acıya..Bu hikayenin sonu nereye varır?
Böyle zamanlarda tası tarağı çalıştığın yerde bırakıp  eteklerini toplayıp koşa koşa eve dönmek istiyor insan hani Amerikan filmlerinin abartılı ama çok da sevdiğim sahnelerindendir: adam gidecektir herşey hazırdır ama ceketini bile almadan koşa koşa atlar uçaktan ve gelir.Ya da hatırlayın işte topu bile tanımayan çocuk o kurtarıcı son golü atar hani...
:)

Canım yavrum ilk dadısı tarafından PAŞALARIN PAŞASI olarak sevildi durdu  tam bir ay boyunca...Sonra gelen komik teyze ise TEOMAN ÇAVUŞ u uygun gördü onu hoplatıp babıl babıl güldürürken...Şimdilerde sessiz sedasız seviliyor yavrum.Bırakın terfi etmeyi git gide düşüşler içinde...

Ne diyelim,
en başı sağlıktı dimi?...


*fotoğraf: Melek A. Başpınar


16 Ekim 2013 Çarşamba

bitirdim... (delikızın bayramı III )



Merak eden herkesin bizzat gelip bugün yerinde görebilmesini öyle çok isterdim ki..

Zira  fotoğrafa bakmak,bir çocuğun resim defterine gözatmakla eşdeğer..İki dakikada çiziktirilmiş gibi,şirin, şakacı ve küçüm,nnacık.. Oysa meleklerimin boyları bir insan boyuna eşdeğer...Ayrıca duvarlar bomboş gibi görünüyor videoyu izlerken  hala, ama gelin görün ki salonda ziyaret ettiğinizde meleklerim ne yapmaya durduysalar onları yapıyor gibiler inanın kalabalık mı kalabalık...Ve kanatları parlak inci beyazı, ve her bir yıldız ( ki metrekareye düşen yıldız sayısı 10u geçer :)   ) simin dibine vurmuş  şakımakta...Ama bunlar da görünmüyor ki fotoğrafta...


İşte bitti sonunda...

Bugün çok sevdiğim bir arkadaşım da tuttu bir ucundan...Son gün olması hasebiyle bebeler de, J de,  ben de bitik durumdaydık.

En zoru bugündü...

Yorgunluktan bayılmak üzereyim.

İyi geceler diliyorum.

:)






15 Ekim 2013 Salı

anladım...( delikızın bayramı II )

Bu güzel bayram akşamı, mesela Yılmaz Erdoğanın o güzel şiiri gibi bişeyler yazabilmek isterdim bu başlıktan sonra...Ama yazıyor olduklarım öyle şiir gibi şeyler değil pek!

Tabii kendim kaşındım ama bu ikinci gün ve  J, ben ve çocuklar bırakın bayramı sanki  daha önce hiç bulunmadığımız bir şehrin hiç bilmediğimiz bir muhitinde - ne vakit biteceği belli olmayan  bir işe-  üstelik de müştemilatta kalmaya eyvallah demiş bir aile gibiyiz iki gündür! (yani bir okulda kalmadığımız kaldı aslında...)
Öyle sanatsal işler pek de güzelmişmiş, efendim Juliette Binoche nasıl da sarkmış da böyle büyülü müyülü enteresan şeyler görmüşmüş...

H İ K A Y E !!! 


Misal iki gündür eski kıyafetlerimle pek bir pejmürde gezinmedeyim gezinmesine ya özellikle bugün ellerim, hakkımda  " Kuaför mü yoksa boyacı mı? " diye iddiaya girmeye davet ediyorken zavallı ayacıklarım tüm gün üzerinde durmaktan ve debelenmekten bitap, onlardan da zavallı baldırlarım ise " Hadi, vaktidir artık uyumanın! " diyorlar...
Yanlış anlamalar sabahıydı bizim evde bayram sabahı. Bu sebepten bayram kahvaltımız inlerle cinlerin top oynadığı okulda, üstelik de kocamın sınıfında " inşaat ustası kahvaltı stili "  olan gazete üzeri haşlanmış yumurta ve arkadaşlarından mütevellit besleyici ve fakat  - annemler yok, e bayram da kutlayan yok- pek bir gariban hissettiren cinstendi...
İşbaşı yapana değin kapıdaki küçüminnacık kulübesinden güneşliii cıvıl cıvııııl bayram sabahına o kulübeden merhaba diyen, demek mecburiyetinde olan gece bekçisini düşündüm durdum.

Al sana farkındalık!

Ben bir işçiydim bu bayram. Üstelik de çoluk çocuk maaile çalışıyorduk. Pekçok kimseyi çok daha iyi anlayarak, yeni şeyler idrak ederek ilk iki günü geride bırakırken, yarın sabah " kocam beni kaçta çağırır ki? " yi düşünmenin eşiğinde ve neredeyse gitmeme kararı almanın da kıyısındayım.

Ama güzel haber:
Çok dua etmiştim Allahım utandırma diye...Boru mu Nobel okulları bu, üstelik de kocamın okulu. Kötü olursa naparım diye çok düşündüm başlamadan. Zira hayatta yeniden beyaza boyanmaz o koskoca duvar. Yani benim yapmaya gücüm yetmez.

Yaklaşık 20 metresini geride bıraktığım duvarım beş adet tuhaf suratlı, pek süslü melekle bezeli şimdi. Kız işi oldu...Pullar mullar...Simler mimler...

Böyle tak diye bitirip yatıyorum ben!

:)

İyi geceler...

14 Ekim 2013 Pazartesi

başladım... ( delikızın bayramı I )



Annemler yok.

Çoğu zaman annemler evde yoksa bayram bizim için bitmiştir.

Nokta.

Eskiden bayram demek sevinç demekti. Her çocuk gibi heyecan içinde uyanırdık bayram sabahlarına. Sonra ne oldu büyüyünce anlamıyorum. Sevmiyorum galiba artık bayramları eğer annemler de yoksa.

 Bayram artık  J ve bebelerle cici giysiler içinde anneanne ve dedelerini görmeye gitmek mi? Annemin yaptığı bayram yemekleri mi acaba...Yoksa çocukluğumdan tanıdığım herkesin aynı yerceğizlerinde sanki tuhaf bir büyüye kapılıp kalakalmış  gibi mıhlanıp oturduğu mahalleme gitmek mi? Yoksa farkında bile olmadan çocukluğuma mı dönüyorum da mutlu oluyorum orda bilmem ama işte annemler yoksa bayram mayram yok bizde...

Herkes biyerlerde...Face'de yazıyorlar ya " Şurdayız burdayız,  havuz yaptık deniz yaptık " kabilinden...Özeniyor insan.

Tatile de gitmek  yok hasılı...Ne yaparız ki bu boşlukta hem fazla para da harcamamalı diye düşünürken J yine altın bir fikir yumurtladı.

Okulu boyayalım mı?

:)

Olur,kömürünü de alalım atıveririz bodruma tastamam kışa hazır ediveririz okulunuzu demek istedim ama alttan alta biliyordum ne demek istediğini...Daha önceden çıtlatmış ve fakat güme gidivermişti sevimli konu Leyla nın lafa girmelerinden.

Kastettiği okulun bir duvarına resim yapmaktı.


The English Patient filmim benim...Canımm filmim...O güzel filmin hiç ama hiç unutmak istemediğim en güzel karelerinden biridir:
Ralph Fiennes e bakan güzeller güzeli Juliette  Binoche kısılı kaldığı eski kilisenin bahçesinde tanıştığı Hintli adamla yakınlaşır. Yakınlaşma anlarından birinde adam güzel hemşireyi yıkılmaya yüztutmuş kilisenin duvarlarındaki resimleri göstermek için özel yapım salıncak misali bir şeye bindirir eline de havai fişek tarzı bir ilkel aydınlatma verir. Salıncak salınıp resimlere yaklaştıkça, elinde yananın ışığında hayal gibi, sihir gibidir gördükleri kadının...
Bu filmi ilk kez  izlediğim günü, yeri, dün gibi hatırlıyorum ama oniki yıldan fazla olmuştur. Hatta belki de biraz ben katıştırmışımdır çok sevdiğimden, kafamda büyülü birkaç sahne de ben ekleyivermişimdir ya da yanlıştır bazı yerleri anımsadıklarımın diye düşündüm ama alel acele bu resmi buldum...Bu yalan değil. Bu filmi izledim ve sonra  hep duvarlara yapılmış resimler beni çok etkiledi. Sonra duvara resim yapmak da beni büyüledi, sonra duvara resim yapan da...

Evlendiğimiz yılın kışına yakın, can sıkıntısından mütevellit salonun orta yerine altın renkli, Tim Burton  ağaçlarına benzeyen kıvrık dallı bir ağaç çalışmış, sonuçtan da memnun kalmış, kendimle de gurur duymuş ve fakat çabuk sıkılmıştım. Bu dövme yaptıramamamın da yegane sebebi aslında.
O gün bu gündür en son devekuşu yumurtasından hallice taşları boyamamdır ellerime renklerin bulaşması...Sen dur dur, 30 metrelik duvara resim çiz de boya...Tabii önce ne çizmeli anaokulu duvarına? Buna cevap ver.

Çocukların odası sade bana göre...Öyle her telden Allah ne verdiyse Disney karakterleriymiş, ormanmış, hayvanmış ı-ıhh...Olmaz!

Karşıma çıkmasaydı o şeker karakterler yapmaya da başlamaz J yi üzerdim herhalde...Ama internette komik görünümlü, çirkince, ama çok da şirin melekleri görünce tamam dedim. Ben o kossssskoca duvara melekler çizmek istiyorum.

Çizdim...

Boyamaya da başladım...

İnsan ne tuhaf hissediyor merdivene çıka çıka, uzana uzana, eğile eğile, uğraşa uğraşa can verdiğinde bir karaktere...

Ellerime bulaşmış renklerim, ağrılı belim, kurumuş dilim damağım ve yüreciğimdeki heyecanımla bayrama hazır değilim ama bayram sevincimi yakaladım içimde biyerlerde...

Mutluyum biline...

:)

Rengarenk bayramlar olsun...


Resimler mi?

Azz sonra!

:)



9 Ekim 2013 Çarşamba

bu günlerde ben...




Her uyandığımız sabah eşsiz,biliyorum elbet  her günümüz hediye...Ama şu günler var ya şu günler...


Uyandığımızda ekseri gün doğmamış oluyor herşeyden önce.Bu sebeptendir ki Leyla önce salonda gezinip her daim açık olan pencere manzarasında dışarıya ait birşey göremeyince " Annecim daha gece,uyanmamıza da, okula gitmemize de gerek yok ki..." diye geveliyor da geveliyor.Uyandıktan sonra en geç 20 dk içinde de babasıyla  yola koyuluyorlar.

Bu günlerde ben düşünsem kırk yıl aklıma gelmeyecek rahatlıkta ormanın derinliğindeki evimden ayaza başımı uzatıp güne ilk " merhaba" dan sonra yemyeşilin içinde kıvrılarak kendi kafasına göre gidiyormuş gibi görünen yolda aklımdakilerle yürüyorum okuluma...

Öğretmeye...

Bu günlerde hayatımda hiç olmadığım kadar yakın oturuyorken işime,hiç olmadığım kadar da uzak yakaladım kendimi kendime.. Durmadan  konuşan iç sesim! Sana haksızlık etmek değil inan ki niyetim.Demek istediğim : kelimelerim,aklımdakiler,kalbimdekiler ve dilimdekiler öylesine farklıyken birbirinden,bu günlerde ben teselli eder buldum kendimi yeniden tekdüzeliği yakalamaya dair...

Ya buna ne demeli?


:)



fotoğraf: M.A.BAŞPINAR



13 Eylül 2013 Cuma

aşk yüzünden...

Bebeklerimden önce yanaşmazdım bu  tür yazılara..Çok...Ne bileyim yapmacık mı demeli? Bazen usandıran durağanlıkta ve tekdüze gelirdi ...

İnsanın bebeğini ilk gördüğü an var ya hani,o kesif acının fonunda öylesine bir duygu ki,ölüyorken yeniden doğmak gibi...O kokladığın an var ya hani,gözlerinden yaşlar süzülürken, sahi burası olmalı cennet dediğin...

Leylamızı kucağımıza aldığımızda J ile sarılıp sıkıca birbirimize, ağlamıştık bir süre...Başka bir şey yapamamıştık aciz kalmıştı kelimelerimiz...Hani ustanın dediğince kifayetsiz...
 Anlatamamıştık bir süre neydi  bu hissettiğimiz...

Teoyu kucağıma verdiklerinde ağrım çoktu ve kendime gelememiştim tam olarak...Anlıyor ve fakat
 "davranamıyordum "

Ne bebeğimi kucaklayabildim,ne doğru dürüst sevincimi gösterebildim.
Zaten çok sürmedi,hastaneye geri dönmesi gerekti...Onu hastaneye yetiştirme sürecim öylesine Kemalettin Tuğcu hikayelerini andırır ki, ne siz merak edin,ne ben bahsedeyim...Yoğunbakıma emanet ettiğim an bir
 " Oh ! " dediğimi bile hatırlıyorum,Ahmet doktorda artık, emin ellerde  kabilinden...Ama o kadar kanatan bir süreç ki,ışık hızında şükürden özleme dönen...
O kara kışta o buz gibi bembeyaz gecede ertesi gün eve yalnız dönmek zorunda kalmıştım.O zamana kadar içimdeki dehlizlere akıtıp durduğum gözyaşlarım, parlak rengi artık solmuş,nemli saç ve ter kokulu  bir sarı dolmuşun en arka sırasında cam kenarında kulağıma gelen müziğin de kışkırtmasıyla " Şunu uzatırmısınız " ımın yorgun,korkulu,telaşlı ve zavallı tonunu duyuvermemle elimde kalan demir 1 lirarıma baka baka sızım sızım dışarı süzülmüşlerdi eve gelene kadar yanımda oturan yaşı geçkince adamı çokça telaşlandırarak...

Eve gelip üzerimi değiştirirken,Leylayı uyuturken, birşeyler atıştırırken,düşünürken,J ye sarılırken hep ama hep devam ettiler gözlerimden süzülmeye  çaresizce...
Öyle ki artık tam yatmışken  bir dakika bile duramadan tekrar başlıyordum,yine ve yine ve yine...
Bir anda bir ışık yandı içimde...Yine hızla biyerlere gittim...Geçmişimde,kavuşması olmayan aşklarımda nasılsam öyleydim şimdi...Durumu farkedince kederden iki büklüm olmuş kalbim bir de hızlı hızlı atmaya debelendi...İçim kıyıldı...Acım arttı sanki bunun  A  Ş  K  olduğunu anladığım o an...

Binlerce şükür olsun kavuştum Teoma...Allah evlatlarından kimseyi ayırmasın, bizi de... Ama birbiriyle bu kadar alakasız gibi görünen ve fakat bu denli aynı başka duygu  var mıdır diye merak eder dururum o günden beri...

...

Neden üzdüm sizi şimdi bunları anlatarak?

Affedin...

Aşk yüzünden böyleyiz ve bu çok zor...

Bebeklerim ve ben, gece-gündüz biradalığımızı,bağlarımızı,bağımlılıklarımızı,alışkanlıklarımızı,öpüşüp koklaşmalarımızı,rutinlerimizi,yapmayı  hep ama hep çok sevdiğimiz şeyleri,hiç ama hiç sevmediğimiz halde yapmak zorunda olduklarımızı,kısacası hiç ayrılmamış bir ana-oğul olmayı ve hiç ayrılmamış bir ana-kız olmayı bir yana bırakıp usulca, ( ki Leylamla bunun küçük bir eskizini geçen yıl yapmıştık onun için level 2 artık :) ) başka bir sayfaya geçiyoruz kalbimiz pıt pıt,çokça heyecan ve o derece keder içinde...
Anne artık işine dönüyor,öğretmeye...
Ne kadar anneyse, o kadar anne hala, hatta daha bile çok anne...Ama ne kadar öğretmense hala o kadar öğretmen olup olmadığını merak etmede bir taraftan :)

Eli hala bebeklerinin üstünde...

Kalbi evde...

Bu günlerde biz işte böyleyiz,kendimizi tutmazsak yerle yeksan olmaya meyyal ama bir o kadar güçlü, bir o kadar mağrur...Ve heyecan içinde günün getirdikleriyle...

:)

5 Eylül 2013 Perşembe

yaz bitti



Bu sabah evimize girerken, ayakkabılarımızı giyerken,tembel tembel bahçedeki kanepemizde otururken, sıkılmış Teo yu kucağımızda gezdirip  avuturken karşılaştığımız, havada asılı kağıttan yelkenli minik gemim, benim sevimli küçücük rüzgar çanım yağan yağmurlardan nasibini aldığını anlatmaya başladı ... Çokça zamandır buruş buruş,boynu bükük...
'' Yaz bitti!..''  dedi usulca kulağıma ...'' Nereye yelken açılır ki şimdi?İndir beni burdan...''
Yaz boyunca gergin duran  palamarı çözerken, rüzgar gülünün sesiydi bu kez kulağıma ilişen:

'' Bak, bu sabahki hoyrat rüzgar kopardı mavi renkli yaprağımı...Tam zamanı artık içeri girmenin, yoksa işine yaramayız gelecek bahar... ''
Çaresiz peki dedim,yasemin saksının  dibindeki kuytu köşesinden,  serin ve nemli topraktan çekip aldım.Bu kez geminin yanıydı yeri avuçlarımda sessiz,durgun...

Yaz bitti...

Hep düşünürüm,biz yazın bittiğine kanaat getirip de sahilleri terkettiğimizden ,başka şeylere yöneldiğimizden mi biter yaz,yoksa yaz bittiğinden mi terkederiz sahilleri...Sanki bazen öyle olur ki biz biraz daha umut etsek devam edecekmiş gibi...

:)

" Yaz geçer  yine gelir
   yaz geçer  iyi gelir sözcükler "  der  ya M.Mungan aynı isimli kitabının  başında...

Sözcükler iyi geliyor bu günlerde bol bol yeni sözcükler, ve yeni yerler kaybolup okumak için...

:)





2 Eylül 2013 Pazartesi

TRİLYE




Bursa ya gitmeye karar verdiğimizde aklıma gelivermişti hemen Trilye ye de gitmeli diye..Daldım internete araştırdım soruşturdum gitsek mi gitmesek mi kavşağında Trilye yazıp dururken burayla  karşılaştım...
Günübirlik bir gezide anlatılanlar oraya ait pek çok görüşle aşağı yukarı aynıydı...Ama Metenin blogunda Taş Mektebi görünce dayanamadım işte...Sonradan tanıştığımız.arkadaş olduğumuz Metenin fotoğrafladığı okulu merak ettim.Bir de askı fotoğrafı var ki,ben bunu görmeliyim dedim kendi kendime...Güzel sahilinde de bebeleri denize sokar tuzlu döneriz evimize diye de düşünüp gülüştük...
Planlanan pek çok şeyde karşılaşıldığı üzere daha yolda başladı karmaşa...Eve dönüyoruz ya, J  alabildiğince gergin...Leyla geceleri istisnasız uyanıp " Ben evime gitmek istiyoruuuummmmmmm!" diye çığlık kıyamet bağırıp tepinip ev ahalisini uyandırdığından, ilk geceden sonra ertesi akşamlar için bavulu toparlayıp gece daha uzun süren bir krizde gitmek üzere hazır uyuyakalıyorduk..Bu yüzden orada kaldığımız süre içerisinde J sabaha karşi 3,Leylanın daha insaflı davrandığı zamanlarda 4-5 te uyanışlarıyla underground  gezileriyle güne çooooooookkk erken başlamak zorunda kalışlarından ötürü zaten yorgunken, ardından uzun bir Cumalıkızık kahvaltısı ve Uludağa çıkıştan sonra eve dönüş yolunda Trilye ye uğramanın pek de matah bir fikir olmadığını düşüne düşünde dökülmüştü yollara..
Bunu benim canımm Yeni Türkü mün şarkılarına " Hep traditional müzikle mi gidicez ? " demesinden anladım zaten.Bunun traditional müzik değil Yeni Türkü olduğu konusunda onu hemen uyarıp müziği de kapattım ama bu kez de Mudanya yolu yeni yapılanmadan ötürü yol çalışmalarını sürdürmekte...Sıcakta Trilye ye varamamak çok ızdıraplıydı...
Pes etmek istemdim.Bir daha görebileceğimi düşünmüyorum ya o yüzden ya gidecektik, ya gidecektik Trilye ye..
:)

Tam işte geldik derken kıvrılan yollar bitmiyor aşağı inerken.Ama o kadar da keyifli ki bol virajlı olmasına rağmen.Yine zeytin ağaçları,yine mis gibi ormanın içinden kıvrıla büküle en sonunda tepeden limanını görüyoruz,az sonra da  şirin Trilye de yiz...


O kadar sıcağı yemişiz,yol çok çektirmiş,bebeler avaz avaz...Herşeyden evvel deniz oldu önceliğimiz  şimdi...Tuttuk plaj yolunu...Kirli,karışık,taşlı,aşırı kalabalıktı...Ve Kuzey tarafında değildik elbette...Pazar günü akşam saat 18: 30 suları...Mangal kokuları birbirine girmiş,her köşede bir köfte arabası...Ağlamak istedim bir an...Belki iki saatten fazla süredir buraya ulaşmaya çabalıyoruz,gezemeden belki de yola çıkmamız elzem...



Çok hoş sahil restoranları sıralı bu şirin beldeyi gezmek isterdim oysa...Yapıcak birşey yok,biraz atıştırıp yola koyulmalıyız...Neden sonra taş mektep geliyor aklıma da şöyle bir tur atalım bari sokak aralarında diyorum.Hava nispeten serince...Çabuk çabuk yol alıyoruz mektebin bulunduğu sokağa doğru seğirtiyoruz iki pusetle düşe kalka arnavut kaldırımı sokaklarda...Çok haşmetli gerçekten...Kapıları kapanmış meraklı gezginlere ve belki de artık çok yorgun olduğundan zaten çoğu yıkılmış iç duvarları tutan kirişlerin çökme  tehlikesinden  korumak için hayta mahalle çocuklarını...



Ve işte o meşhur  askının fotoğrafı...Elbette Mete den çaldım,içeri giremediğimizden fotoğrafını çekemedim...

:)

Gerçekten de neler neler  asılmıştır bu askıya kim bilir...
 40 lı 50 li yıllara ait kuplu model acı kahve,hafif eprimiş bir kadın ceketi belki...Belki de türlü model  şemsiyeler uzun mu uzun olanlardan...Kaç eşya unutulmuştur daha sonra aranıp da bulunamayan...


Parça parça oldu ama burası da dışı  daha Metenin blogunda görür görmez gezmeyi hedeflediğim hediye dükkanı... Ama bu fotoğraf Mete den değil o kadar da değil artık...Adı Trilye Çarşı...Ama darılmasın kimse, dışı böylesine özgün bir yapının içi bu kadar mı özelliksiz olur?Özenilmeden Çinden en ucuza ne alınıyorsa satılmak umuduyla dizi dizi özenle dizilmiş hediye dükkanının içine...Ah oralara yakın olmak vardı da şu taşçağızlarımdan boyayıp boyayıp  orada sergileyebilseydim, Trilye Hatırası yazardım...Trilye sahiline ait taşlar renklerle buluşur,gerçek anı eşyalar çıkardı ortaya hiç olmazsa...
Aslında bundan da öte,son zamanlarda gittiğim yerlerde arar oldum şöyle şanına yakışır bir                           D E L İ K I Z I N    Y E R İ  yapabileceğim bir yapı...

Burası tamm bana göreydi işte :(



Böyle gezi yazısı mı olur yahu,yine beceremedim...

Neyse,bence gezilesi bir yer Trilye...

Bir daha gider miyim? Hayır.Ama pişman oldum mu gittiğime gördüğüme kesinlikle çok mutlu oldum.Bebelerle çok aceleye geldi ...Fotoğraflar hep etraftan.

Dönem ödevini en son güne bırakmış ordan burdan toplama bir ödevle öğretmen karşısında kıvranan öğrenci gibiyim şimdi...



Gidin Trilye ye...


:)))))


1 Eylül 2013 Pazar

HAYAT KURABİYE HAMURU GİBİ ÇOĞU ZAMAN



 Bu gün Leyloşun '' Anne bizim de evde böyle kurabiyelerimiz olsun '' diye reklamlarda masanın üzerinde duran kavanozdaki kurabiyeleri bana  dürte dürte  gösterince tamam kızım olsun dedim en sonunda!

Boru mu, en son ne zaman kurabiye yaptığımı hatırlamıyorum bu evde,galiba geçen Eylüldü...

Hani zayıflamaya çalışıyoruz ya...

Kızımın dileği emirdir benim için ve şimdi ben de heveslendim ya kurabiyem neredeyse Alman ekmeği gibi içine bulduğum lezzetli  ne varsa koyuyorum.Tarif yazmayayım ama işte bildiğiniz tereyağı,yumurta,şeker,kabartma tozu,vanilya ve un bazında hamurumuz.İçine de hem badem,hem ceviz hem de fındık vardı rondodan geçirilmiş ve hafif kavrulmuş, atın ölümü arpadan deyip hepsinden koyduk.Yetmedi damla çikolata ve tarçınla şenlendirdik.

:)

Yoğurmaya başlayınca bir panikledim,toparlayamadım bir ara ellerim, tezgah heryer olduğu gibi  hamur parçacıklarıyla kaplandı. Ellerimi kurtaramıyorum hamurdan...Bu böyle olmaz dedim,un ekliyorum boyuna...Ve inanılmaz ama bir anda toparlanıverdi hamur ve işte o meşhur  kulakmemesi kıvamıyla ta taaaaam, karşınızda kurabiye hamurumuz hazır.

Hayat da böyle diye düşünmeden edemedim cebelleşirken şu hamurla...Hayatta toparlanamaz dediğiniz şeyleri bir düşünün, nasıl da kurabiye hamuru hızıyla olması gereken şekle dönüverdi  bir anda kaç önemli olay...

Sevdim bu mottoyu sonra, e ben buldum ne de olsa :)

...


'' Perişan '' diyeyini de gördüm '' Derbeder '' diyenini de böyle koparıp koparıp tepsiye atıverince kurabiyeleri oluşan şekle...Hakikaten de öyle görünüyorlar,çok sevimliler...

Fırın bölümünde yine olay çıktı,öylece olduğu gibi çiğ yemek istedi Leyla kurabiyelerini,fırının başında beklemek şartıyla anlaştık...

Mmmmmmmmmmm neffiisssssti ayıptır söylemesi...

Var mı anne kurabiyesi gibisi söyleyin...


28 Ağustos 2013 Çarşamba

ve BURSA...


Heyecanlıyım elbet.
10 yıl olmuş neredeyse...Çok mu değişmiştir herşey? Bıraktığım izlerimi bulamayacak kadar mı?
Daha önce sadece " gittiği " bir yeri yıllar sonra görmeye giderken böyle  hissetmez insan hayatının bir kısmını bıraktığı yere giderken...

Bu yazı bir gezi yazısı değil bu yüzden.

Nasıl olsun ?
Turist gibi yaşamadım  ki üniversite yıllarımı harcadığım bu memlekette...
Öneriler olmaz bu yüzden,şuraya gitmeli buraya gitmeli diye...Ben hevesle benim  olan yerleri,geride bıraktıklarımı arayacağım....Saçlarım uzun mu uzun,ayaklarımda kösele sandaletler,o zamanlar mumla arayıp zor  bulduğumuz  şimdi her köşebaşında satılan Bodrum sandaletleri...Şimdi o gencecik kızım ben,başımda kavak yelleri...Bütün bu sokaklarda dolaşırken aklımı dolduranları anımsayacağım bir bir...İçimde tuttuklarımı salıvereceğim şuraya buraya...Ya da gördükçe toparlayıp tıkıvereceğim içime biryerlere...

Babamın teyzesinin kızı evinin kapılarını sonuna dek açtı bu gezimizde bize...Sponsorumuz onlar...

Nazlı abla, selamlar ve sonsuz teşekkürler...

:)


Buluştuğumuzda akşam inmek üzereydi. Ve ne güzeldi yıllardan sonra birbirimize çocuklarımızı tanıştırmak...
Kayhan da bir restorandayız.Özel bir yer burası.Nazlı ablamın annesini yani babamın teyzesini gençliğinde babası getirirmiş.Yani babamın dedesi.Sonra Nazlı ablam evlenince eşini ve çocuklarını getirir olmuş.Bu bir aile geleneği haline dönüşmüş.

Pideli köftesi meşhur Bursamın ya iskenderden sonra,          J   ,  B  A  Y  I  L  D  I  ...

Eskiden taksi dolmuşlara binmek için inerdim Kayhana...Bıçakçılar,ıvır zıvır satan dükkanlar,bakırcılar en çok aklımda kalanlar.Ama ben çok severdim burayı.Türlü kokulardan türlü kokulara hızla geçiş yapabileceğiniz ender yerlerden biriydi.Seneler sonra burası yeniden düzenlemeleri, dışarı atılan masaları ,yerinde ışıklandırmaları ve şıklaştırılmış ambiyansı ile çok hoş olmuş...
( Sır 1 : Eski Kayhan ı özledim ben ışık hızında.)
" Yemekten sonra şöyle açık hava biryerlerde çay içeriz,sonra da eve artık, yorgunuz zaten "  fikirleriyle  çıksak da  önce ağır ve hantal kapısı artık geceye kapanmakta olan Koza Hana,sonra Pirinççi Hana ardından da Setbaşına,Emirsultana Yeşile uğraya uğraya gidiyoruz pusetlerinde uyuyakalmış bebelerden güç alarak ama bir ara ayaklarıma bakıyorum,ayak değiller artık onlar,başka bişey olmuşlar kolay değil bir güne neler sığdırdık...Belimi yokluyorum,o da yok sanki,boş orası da sırtımdan direkt bacaklarım  başlıyor...Aradaki yerler flu...

...

Olsun.
El yordamıyla sabırsızca yokluyorum şimdi Bursamı...Hızla ve film şeridi hissiyatında karşılarda biryerlerde görünce Kafkası mesela içim bir tuhaf oluyor.Seneler boyunca beklediğim,beni beklemiş insanlara bakınıyorum sanki aynı anda...
Tuhaf bir his bu!
Elim kolum bu kadar doluyken ı ıh!...
Tuhaf bir his...

...

 Bursa ya dışarıdan bir gözle baktığım öğrencilik yıllarımın ilk günlerine, başa sarıyorum şimdi de.
Ufak tefek birkaç  objektif bilgi için.

 '' Ben bir yetişkinim ve ıvırımı zıvırımı herşeyimi artık kendim hallederim!'' in sırt ağrılarında, gereksiz bürokrasinin sıra beklemelerinde, derdini anlatmaların baş ağrılarında yüzünü göğe çevirdiğinde,sanki sana ''Tamam canın sıkıldı, kabul.Ama bi baksana şu güzelliğe,şu yeşile,şu yukarı doğru kıvrılıp giden yola,şu elini uzatsan değecekmişşin gibi duran dağa'' diyen o iç sesten  ve özellikle Heykel civarındaysan seni sarıp sarmalayan,eğer 152 evler eski Müzik& Resim Bölümüm oradaysan da seni hayatta bırakmayan yemyeşil ve o sihirli manzaradan bahsediyorum.

Ben en çok dağı şehirden izlemesini sevdim orda olduğum yıllar boyunca.Bu gittiğimizde dağa da çıktığımızda bunu birkez daha anladım.
Bir şehrin bu denli cömert yeşiline şahit olup durmak günboyu,paha biçilmezdi gerçekten orada yaşadığım süre boyunca .

Kolaj gibi olur bunun devamı çünkü toplayamıyorum içimde seneler evvel olup bitenler bir imbikten süzülüyor sanki ağır ağır  şimdi buraya yazmak için

Ama oraya gidince daha iyi anladım,bu kadar uzaktayken hissetmemiştim bunu.Benim için ne kıymetliymiş Bursa.

J biryerini beğenmezse diye içim titredi gezip tozarken.Bu sebepleydi itina ile seçmem gidilecek yerleri...Sanki şehri ben yaptım...
Ne tuhaf!

Zamansızlıktan gidemediğimiz,rotada bulunmayan yerler de ( Altıparmak,Kültürpark,Çekirge,Eski kampüs,yurt binası ve sair ) inatla kaybolduğumuz yollarda hızlı bir selam çakışla ziyaret edildi tarafımdan.

Ertesi gün J yi almadım,Pazara giderken bebeleri götürmeyen anne misali.. :)
Kimse görmeden selam çaktım gelip geçerken hep önünden hızla seğirttiğim Heykeldeki heykele,oturup öğrenci yokluğu ile ah nasılda kıymetini bilerek her yudumunu yemek yediğim masalara gülümsedim sonra,ve koşarak girdim  Nalbantoğlundaki Ülkü Pastanesinden içeri 10 yıl öncekinin aynısıydı kestaneli poğaça,rahatladım :) ansızın sevdiğim biriyle karşılaşıverdiğim, ama artık olmayan köşe başlarına kızdım hırsla, adını hatırlayamadığım dükkanları ararken kayboldum sonra geçmişte,artık her daim cıvıl cıvıl oturanları olmayan,kimi ters çevrilerek masanın üzerine sıralanmış kimi öylesine sıra sıra yanık duvarın dibine  dizilmiş  iskemleleri ve taştanmış gibi görünen masalarıyla süküt-u hayal, yorgun Mahfelime bakıp  hep onları düşündüm en sonunda :

O zamanlarıma eşlik eden rol arkadaşlarımı!

Neredeydiler kim bilir şimdi...

Eski ve çok ünlü bir film setini dolaşmış gibi sevin içinde ama  bomboş döndüm sonra eve...

İşte tüm  hikaye bu.

Sarmadı mı?

O zaman başa alıp pek çok güzel anınızı bıraktığınız şehrin fonunda kendi iç sesinizden okuyun bakalım bir de,uğramak istediğiniz yerlere doğru uzanan bir yazı olsun hemen bu yazı...

Şimdi nasıl?











BURSA ZOO






Gölyazı Köyünden ayrılmak üzere kapıları kapatır kapatmaz daha motoru çalıştırmadan neredeyse, serin yeri bulan bebeler uyuyakalıyor.Epey de yolvar,dinlenirler artık...
Sabahın köründen beri yolllarda olan iki bebeli  ana-baba olarak bu saatlerin durgunluğu ve bize kalmışlığından mest oluyoruz .

:)

 Sakince geliveriyoruz Soğanlıdaki hayvanat bahçesine.Anlatmıştım daha önce,bundan evvel Türkiye deki hayvanat bahçesi tecrübem maalesef Gülhane Parkı ile sınırlıyken balayında Tayland da ,Singapur da, ve İngiltere de envai çeşit hayvanat bahçesiyle hemhal olmuştuk.Hayvanlara  kendi doğal ortamlarında sonra  sahip olabilecekleri  neredeyse en doğal ortamlar sunularak,onları köleleştirmeyi en aza indirgeyerek ve rencide etmeyen ya da en azından böyle göstermeye çabalayan yerlerdi buralar hep.Hele Singapur da gördüklerimizi bir türlü unutamıyoruz.
Leyla 9 aylıkken J nin doğumgünü münasebetiyle Darıca hayvanat bahçesine bir gezi düzenlemiştim de, birkaç hayvanı gördükten sonra tası tarağı zor toplamıştık kaçarken oradan.

Tek kelime ile K O R K U N Ç tu orası !!!

Bu yüzden buradan hiçbir şey beklemiyoruz.Maksat bebelerde AVM oyuncaklarından daha insani bir iz bırakabilmek.

Bursadaki hayvanat bahçesinin pek çok yerde olduğu gibi gösterişli bir girişi var.Ama bizi şaşırtan giriş ücretinin 3.5 tl oluşu.En son London Zoo da çoluk çocuk farketmez 60ar tl gibi bir ücret verince '' Yahu birkaç hayvanı da yanımızda mı götürmemize izin verecekler,olay  nedir ? '' diye kızdığımızı hatırlayınca,gevşek suratlarla giriyoruz kapıdan içeri.Girer girmez de en son yine orada olduğu gibi  yeşil bir örtünün önünde daha sonra boyutlandırılmak üzere bir aile fotoğrafı çektirmek için bizi bekleyen şirin bir fotoğrafçı karşılıyor.
Neyse fotoğrafımızı çektirirken soruyoruz,almak istersek ne kadar? 10 tl.

Süper!

Öğlen sıcağını atlatmış olsak da hava yakıyor.Kuğuların,pelikanların,ördeklerin şıpır şıpır yüzdüğü güzel bir göl karşılıyor bizi.




Ama karnımız aç.Makul fiyatlara pek çok şeyin bulunabileceği bir de restoran var,buna da seviniyoruz.Birşey beklememiştik ya, sevine sevine ilerlemek bizi çok mutlu ediyor.






Git gide çok hoş gelmeye başlıyor  burası.Hayvanlara ayrılan alanlarda doğallığa olabildiğince önem verilmesi,alanların gayet geniş düşünülmüş olması bizi sevindiriyor.Leyla ilk kez farkında olarak ,tanıyarak,sevinçle zıplaya zıplaya geziyor bölümleri...
Arada öyle sıcaklıyoruz ki parkı sulayan fıskiye  hortumların altına giriyoruz ailecek.Tuhaf bakışlar altında da olsak,

M U T L U Y U U U U U Z Z Z Z Z!!!!!

Islandık ama kururuz az sonra kime ne?

En komiği de o kadar yakından ilk kez bir yaban domuzuna bakan Leyla onu görür görmez '' Anneeeee, Gruffalo buuuuuuuu çok kooookunç amaaaa!!! '' demesiydi sanırım.Diğer hayvanların çoğunu doğru bildi...




En son Darıca hayvanat bahçesinde ,Elektrik İdaresi Binasının bahçesine zürafa kaçmış gibi görünen manzarayı görünce  apar topar ayrılmıştık oradan.Bu manzara bizi biraz olsun rahatlatıyor...

Bahçede durduğumuz süre boyunca İstanbul da neden böyle bir yer yok diye hem üzüldük,hem söylendik.Durmadan ama durmadan.

Günün sonunda hayvanat bahçesinin içinde bulunan çocuk parkıyla da bu geziyi taçlandırmak,çimenlere Teoyu  yayıvermek bu yorucu günün en güzel tarafıydı sanırım.

Herkesin çıkarken sırıttığı bir geziydi...Amacına ulaşmış nice geziden yalnızca biri...

Şimdi yorgun ayaklarımızı dinlendirme zamanı...

Bursadaki kuzeni görme vakti...

:)





22 Ağustos 2013 Perşembe

GÖLYAZI KÖYÜ



Bu sabah saat altıya geliyordu yola çıktığımızda...Önce Gorukleden diplomamı almıştım bilindiği üzere.Sonra rotamızı Karacabey yolu üzerindeki Gölyazı Köyüne çevirdik kahvaltıdan sonra.

En son sanırım üniversite orkestrasıyla Buca ya konser vermeye giderken görmüştüm burayı uzaktan,yine bir gün doğmaktaydı...Kızıllar pembeler maviler arasından birazdan başını uzatacak olan güneşin fonunda sisler arasından puslu ama büyülü bir kayıp ada gibiydi Gölyazı...

Sonra hatırladım da hep gün doğarken gördüm uzaktan onu.Hep gitmek istedim,hiç gidemedim. Başka başka yerlere uzanan yolculuklar esnasında görmüştüm ama bu kez onaydı uzanan yolum.
Sıkı sıkıya tembihlediler, aman kaçırmayın  sağa dönüşü ,uzar gider sonra yolunuz!
Gölyazı tabelasını görünce sevinçle kıvrılıyoruz sağa...Sonra yolun altından geçerek iki yanı  incir  ve zeytin ağaçlarıyla kaplı o güzel yolun keyfini çıkarıyoruz.
Gölyazı köyü Uluabat gölünde yeralan bir köprüyle anakaraya bağlı bir adaköy aslında köprüyü saymazsak.

Yol bitince karşıda minicik bir köprü ve köy kahvesi karşılıyor bizi.

Gölün kenarındaysa balıkçılar ağlarını yıkamakta uzun mu uzun çizmeleriyle..
Bu kez tam öğlen sıcağı.Kıyamıyorum çocuklara.Aslında hiç akıl karı da değil ama gölgede bırakır onları şöyle bir tur atarım diye düşünüyorum.J yi köy kahvesine doğru iteliyorum :) ama nafile! Bolllca güneşyağı sürünüp, zaten pusette uyuyan epey korunaklı Teo yu da aldığımızı gibi zıplaya koşa ilerleyen Leylaya yetişmeye çalışıyoruz.
Etrafta hep ellerinde tepsilerle  oraya buraya yemiş taşıyan ferace dendiğini bildiğim siyah  yere kadar uzun robadan ince bir pardesü ve başlarında yemenileriyle kadınlar ...Buranın inciri meşhurmuş,onları kasalara istifleyip sayarken bazıları da gelen arabalara yüklüyor.
Gülümsüyorlar bizi gördükçe etraflarında.Onlardan başka da şimdiik etrafta kimse yok.Aklı olan gölgede ya da evlerinden zaten çıkmamış...
Acelemiz var,yolumuz öyle uzun ki, her şeyi görmek isterken hiçbir şeyi görememekten korkuyorum.Daracık sokaklarda,eski mi eski evlerin arasında dolaşırken ben bir taraftan fotoğraf çekmeye çalışıyorum,J kah minicik bir kedi yavrusu bulmuş sıkıştıran Leylaya sahip çıkıyor,kah  fotoğraf çekerken tutmayı bıraktığım Teonun pusetini yokuş yollarda kaymasın diye  sıkı sıkı tutuyor.






Su almak için uğradığımız köy bakkalında mola verince gayri ihtiyari başım yukarı kalkıyor suyumu içerken.

O da ne?

Eski evin bacasının üzerinde devasa bir kuş yuvası!Hatırladım ben bu yuvayı, leylek yuvası bu.Sevinçle gösteriyorum J ye ve Leylaya.






Ben hayran hayran izlerken yuvayı J nin dürtmesiyle onun gösterdiği tarafa bakıyorum.Başka bir yuva ve içinde bir de leylek oturuyor bu kez! Çocuk gibi seviniyoruz.Evler de çoğu zaman tek katlı olduklarından, onlara öyle yakınız gibi geliyor ki,evleri bir tarafa bırakıp bu kez etrafta aslında onlarcası bulunan yuvaları odak noktamız yapıyoruz.










 Gülüyorlar, sevinçle yuvaları ve leylekleri izleyen,sıcakta hızlı hızlı bir o yana bir  buyana koşturan komik aileyi görünce kazara dışarı çıkmış  köylüler.Biz de onlara gülümsüyoruz.

Susamış leylekler.Ağızları açık hemen hepsinin.

Uzun mu uzun gagaları,bembeyaz tüyleri,çekik kara gözleri beni çok duygulandırıyor.

'' Ben hayatımda ilk kez görüyorum hayvanat bahçeleri dışında doğal ortamında bir leyleği'' diyor J.
O an ne kadar da şanslı bir çocukluk geçirdiğimi hatırlıyorum.Köyde görürdük leylekleri ve dedem komik bir de mani söylerdi onlara tarlalarda rastladığımızda.

Nasıldı?


leylek leylek havada
yumurtası tavada
...




Nazenin bir göl köyünün, yakın zamanda veda edecek hüzünlü bekçilerine elveda deyip yine dolaşmaya başlıyoruz  evlerin aralarında...Nasıl da eski bazıları.Tam olarak bir köy burası.İlerde köprüden geçince Ağlayan Çınar civarında  bazı turistik satışlar gerçekleşse de doğal bir köy burası.Turistik biryer  değil.İyi ki de değil. O doğallığı çok seviyoruz biz.Rastadığımız hemen herkes çocuklara, bize  ısrarla incir ikram ediyor.Öyle tatlılar ki...








Derken kireç badanalı eski mi eski bir evin daracık minicik camında, masmavi ,çakmak çakmak ama en az 80 yaşında bir çift gözle karşılaşıyoruz...



Acaba kızar mı bize şimdi evine bu denli yaklaştığımız için diye tedirgin bir his belirmedeyken içimizde,bir taraftan da  yürümeye başladığımızdan evin kapısına gelmiş bulunuyoruz.Ardına kadar açık kapıdan evin güünışığı alamadığından nispeten karanlık,koyu gölgeli ayvanını görüyoruz.Omuz hizzasında bir kat ile ikiye ayrılmış ev,alt kat bodrum kat gibi,mahzen gibi...Orada, o karanlıkların içinde oturuyor işte, tümden dişsiz ağzıyla sevinç içinde gülümsüyor şimdi bize...
Biz de ona karşılık veriyoruz,selamlıyoruz onu.Resmiyeymiş ismi...Nerden geldiğimizi,çocukların yaşlarını,isimlerini soruyor,ısrarla bir torba yemiş veriyor ve dua ederek kınalı elleriyle uğurluyor bizi...


Resmiye nineyi çok seviyoruz...



Sıra sıra evler ve önlerinde kimi pırıl boyalı büyücek, kimi köhne türlü türlü kayıkların dizili olduğu sahile kıvrılıyoruz.Orada da birkaç fotoğraftan sonra ayrılma vakti geliyor.









 


Gölün kıyısında zeytin ağaçları var suyun içinde de..Öyle güzel 
                                                    görünüyorlar  ki  izlemeye doyamıyoruz...


Bu  korkuluk kimi neden korkutmak için acaba gölün orta yerinde diye düşünürken, ağ atan balıkçıların  ağdaki balıklarını yemeye gelen kuşlara yapılmış olsa gerek diye düşünüyoruz sonra ...









Bu küçücük balıkçı köyünü gördüğümüz için mutlu ayrılıyoruz.İyi ki gelmişiz.Yıllardan sonra yeniden Bursanın içlerine doğru kısa bir an için kaybolmak üzere yola koyuluyoruz ...