4 Mart 2017 Cumartesi

RÜZGAR GÜLÜ

Hiç beklemediği bir anda yüzüne vuran kış güneşinin yalancı sıcaklığına daha fazla dayanamayıp, gözünü kestirdiği ilk banka oturdu Gülcan. Gözlerini kapatır kapatmaz parlak turuncu bir ışık peydah oldu. Yalnız o ana ait olan o hiçlik duygusu, az ilerdeki parkta oynayan çocukların uzaktan gelen kahkaha ve çığlıklarına karışan martı sesleriyle dünya nasıl da yaşanılası bir yerdi şimdi... Ama birkaç dakika içinde gökyüzü bulutlandı, Aziz geri döndü,hava soğudu; herşey bir çırpıda eski tekdüze halini aldı. " İyice soğumadan kalk da eve gidelim." dedi Aziz, ellerine hohlayıp birbirine sürterken. Gülcan yerdeki poşetleri toparladı. Oğlanı ellerinden tutup ortalarına aldılar ve ağır adımlarla, sessizce durağa yürüdüler. Kış gelmiş iyiden iyiye diye içinden geçirmişti Gülcan çok değil, birkaç gün önce sobanın külünü atarken. Demirden kül tepsisini birkaç kez balkondaki çöp kovasının iç kenarına vurunca yayılan toz bulutunun içinde öksürdükten sonra hırkasına sıkıca sarınıp, ellerini koltukaltlarında, öylece uzakları seyretmişti balkondan. Ama şimdi minibüsten inince, mevsimi unutmuş gibi şaşırdı soğuğa, içi titredi. Oğlanın atkısını yoklayıp, üşümesin diye de montunun kollarını asağıya doğru bir iki kere çekeledi. Aziz eve yaklaşan son birkaç adımda onları arkada bırakıp hızlandı. Cebinden anahtarlığını çıkarıp usta hareketlerle kapıyı açtı. Şimdi anahtarlığını aynanın önüne atıp mutfağa doğru yürürken, akşama ne yemek var diye soracak dedi içinden Gülcan. Aziz ayakkabılarını çıkardı, anahtarlığını aynanın önüne atıp mutfağa doğru yürürken sordu: " Akşama ne yemek var?" Çocukluğundan beri bunu yapmayı severdi. Kişiler konuşmadan evvel ne söyleyeceklerini içinden geçirir, kendince eğlenirdi. . "Apartman dairesi tutacam kız sana!" deyip ardından da gürültülü bir kahkaha patlatmıştı Aziz, tanıştıktan tam bir ay sonra, minibüs yolunun biraz ilerisinde, arabaların girmediği o sokağın köşesindeki sakin kafeteryada buluştukları o gün. Gülcan boş bulunup havaya sıçramıştı da, Aziz ona doğru eğilip beklenmedik bir yumuşaklıkla yanağını okşayınca utanıp kızarmıştı. Mahallerinin yedi şeceresini bilen, iplik fabrikasında işçi Kıymet Abla tanıştırmıştı Gülcan'la Aziz'i. " Öyle çok yakışıklı değildir ama Çalışkan çocuktur Aziz. Ekmeğini taştan çıkarır, dürüsttür sonra... Bu zamanda hayalindekine değil, elindekine bakıcan kızım" demişti Kıymet Abla çayını karıştırıp, hızla yudumlarken. İçi okunmuş gibi irkildi Gülcan. Çayını bitirmeden de kalktı. Ömer vardı onun kalbinde ama, bunca zaman kimselere birşey diyememişti. Ömer' den de ses seda çıkmayınca kendini hayatın ellerine bırakmıştı. Evlensin de fabrikadan emekli kocasının maaşına bakan bir boğaz eksilsin diye gözünün içine bakar olmuştu annesi. Orta biri Ömer ' le beraber aynı sınıfta okumuşlar, sonra da ansızın babası ölüverince, oğlanı okulun karşısındaki terziye çırak vermişti annesi. Dükkanın önünü süpürdüğü güzel havalarda Gülcan ' ı eve yürürken görünce gülümserdi Ömer. Bir kere de kardeşi Fatma'yla mektup göndermişti de, kalbinin çarpıntısına inanmamıştı Gülcan. Mektup elinde öylece birkaç saniye hareketsiz durmuş, Fatma gülerek: " Ooo, siz birbirinize abayı çoktan yakmışsınız da bi bizim haberimiz yokmuş bu işten!" demesiyle hiç durmadan eve kadar koşmuştu. Ayakkabılarını çıkarıp dolaba koyduktan sonra birkaç kez nefesini tutup elini cebine attıysa da, çıkarıp okuyamamış, akşam yemeğinden sonra annesi bulaşığa, babası da televizyondaki Fener maçına dalmışken, tuvalette açıp en sonunda okuyabilmişti mektubu. El yazısıyla kargacık burgacık şöyle yazıyordu kağıtta: "Al giyinmiş alsın diye Mor giyinmiş sevsin diye Gülcan kimselere varmamış Ömer onu alsın diye" Heyecandan boğazı kurumuş, yutkunarak okuduktan sonra da mektubu cebine tıkıştırmış, kapıda yakalandığı annesi: " Gülcan!? Hayrola kızım, rüya mı gördün helada? Bakma öyle aval aval yüzüme de, Kadir' in üstünü giydiriver... Yarın okul var, saat gene bilmem kaç oldu! Akşam yatmasını bilmeyen sabah olunca kalkar mı? Beni bas bas bağırtmadan koş hadi; altı dolapta, üstünü de yıkadıydım alıver ipten!" diye bağırmıştı. İkiletmeden koşup çarçabuk giydirdiği kardeşini yatırıp kendi de yanına kıvrılmış, uyuyana kadar da Ömer'i düşünmüştü. Gülcan gibi kumral, naif bir çocuktu Ömer de. Uzun boylu, güzel yüzlüydü. Ömer' in ellerini kendininkilere benzetirdi Gülcan. Ömer o ellerle güzel resimler yapardı .Bütün sınıfla beraber Gülcan da ona çizdirirdi resimlerini.Ömer öğretmenin verdiği konuya göre, yarım kalmış ormana ağaçlar ekler, Gülcan'ın çizdiği bir arabaya at koşar, bazen de deredeki balıkları çoğaltır; resmin gizli bir yerine de illa kendinden bir çiçek, bazen bir kelebek ekler, her seferinde de Gülcan' ı yanıltmadan " Hayır!" derdi gülerek, " Sen beni çok beklersin!" Gülerdi defteri verirken Ömer, gülümserdi defteri alırken Gülcan... . Kızarttığı karnıbaharın kokusu hala mutfaktan çıkmamıştı. Gülcan mutfağın penceresini açtı. Lavabodaki içi su dolu kapları boşaltıp üst üste tezgahın kenarına dizdi. Suyu açıp, eliyle lavabonun içine su vurdu. Sıcak su elini yakınca vazgeçip kapattı suyu. Cama doğru gelip sigara paketinden bir sigara aldı. Kibrite bakınırken, üçüncü kattaki evden rahatlıkla görebildiği yoldan, renkli ışıkları yanıp sönerek geçen bir arabada Orhan Gencebay çalıyordu: " Seninle doğmuş bir mecnunum, sensiz bu ömür nasıl geçsin" " Dertli başım, kaderimsin" diye usul sesiyle eşlik etti, sönmek üzere olan bir mum ışığı gibi, arabayla beraber git gide yok olan o sesi havada yakalamak istermiş gib öne doğru hamle yaparken. Bir nefes daha çekti sigarasından. Dumanı hiç hırslanmadan usulca pencereden dışarı üflerken, Yunus uyanmasa bari diye geçirdi içinden. Sonra da pişman oldu öyle düşündüğüne.. Çünkü ne zaman bunu düşünse, mutlaka uyanırdı. Yunus iki buçuk yaşında, sakin mizaçlı, uyumlu bir çocuktu. Aziz' in annesinin aldığı tabancaların yüzüne bile bakmaz ama arabalara bayılırdı. " Kız gibi alıştırıyorsunuz bu oğlanı," derdi Aziz' in annesi hep. "Çok uğraşırsınız sora, demedi demeyin!" Ses etmezdi Gülcan, ama içten içe sevinirdi bu nazeninliğine Yunus' un.Uyanınca bile ekseriye ağlamaz da, annee diye dertli dertli seslenirdi Yunus, yatağının içinde oturup. Geldim kuzum derdi Gülcan koşarken. Bağrına basardı Yunus’unu, terli sıcacık kokusunu içine çekerdi usul usul. Sarılır kalırlardı öylece bir vakit. Büyüsün oğlum...Göreyim büyüyüp de kocaman adam olduğunu diye geçirdi içinden. Sigarasından son bir nefes daha çekip dumanı dışarı üflerken, sokağa son bir kez daha bakıp pencereyi kapattı. Hızla musluğa uzanıp suyu açtı. Sigarasını suyun altına tutup, ıslak izmariti dolabın içindeki küçük çöp kovasına attı. Oğlanın sesini beklerken, " Yatmıyo muyuz daha?" diyen Aziz' in sesi duyuldu içerden. Artık saati geldiği için, kolaylıkla Aziz' den önce tahmin edecekti bu cümleyi,ve ondan hemen önce bir çırpıda söyleyiverecekti. Düşüncelere dalıp fırsatı kaçırdığı için hayiflandı ama, " Olur" dedi içeri doğru, " Yatalım..." Apartman dairesi tutmuştu söz verdiği gibi Aziz. Evlendikleri günden beri, tam beş buçuk senedir aynı evdeydiler.Bu eve gelin gelmişti. Kaloriferli daireler de bulunur o fiyata diyenlere kulağını tıkayıp, bir oda bir salon bu sobalı daireyi Aziz' i de şaşırtıp hemen kabul edivermişti. Bulunmayacağını bildiğinden değil, işi oldu bittiyse getirmek istediğinden acele etti.Ömer' den ümidini kesince, gözünü karartıp Aziz' le evlenmeye karar vermişti. Ne olursa olsun, ne yaşarsa yaşasın burası evi, Aziz de kocası olacaktı. Bundan böyle kan da kussa, kızılcık şerbeti içtim derdi gözünü bile kırpmadan, kararlıydı. Gönlündeki gül kurusu koltuk takımına karşılık, Aziz' in annesinin seçtiği lacivertli kahveli çekyatlara da, onlarla pek uyumsuz memleket işi yeşil halıya da sesini çıkarmadı. Evlenecekleri günden bir hafta önce, her iki tarafın da akraba ve yakınları gelip, bir gün içinde yerleştirdiler evi. Elinin hiç değmediği, hiç bir eşyasının yerini bilmediği, -neredeyse- hiçbir eksiğinin olmadığına söz birliğiyle karar verilmiş evinin yabancısı oldu o gün Gülcan. Ömründe ilk kez bir erkeğe bu evde soyundu. Tutuk bir kızdan, mahir bir kadına dönüştü. Yunus, rahmine bu evde düştü, bu evde anne oldu... . Evin karşısındaki mağazadan oniki ay taksitle aldığı moher taklidi, mor çiçekli battaniyeyi yorganın altına seriyorlardı kışın uyurken. Evin en soğuk yeri yatak odasıydı. Gülcan soğuk sıcak farketmeksizin hep üşüyordu o evde. Çoraplarını çıkarmadı, geceliğini çabucak geçirdi üstüne. Eşyalarını katlayıp sandalyenin üzerine bıraktı. Aziz yataktaydı. Işığı kapatıp sessizce kendi yerinde büzüldü. Gecikmeden ensesinde nefesini hissetti Aziz' in... Hayır dese, olmazdı. Aziz geceliğini sıyırıp üstüne çıkmaya uğraşırken çorabının teki çıktı Gülcan' ın. Ayağı, açıkta kalmış bir yara gibi sızlıyordu. Ellerini sımsıkı yumruk yaptı.Aziz' in nefesi hızlandı, bitmesi yakındır dedi içinden. Ömer olsaydı, gene böyle mi olurdu diye düşündü, gene böyle içim delik deşik olur muydu her seferinde... Aziz işini çarçabuk bitirdi, doğrulduğu gibi yataktan çıkıp gitti. Gülcan öylece hareketsiz kala kaldı. Neden sonra elini uzatıp yatağın içinde çorabını aradı. Sızlayan yarasını, bulduğu çorabını giyerek sardı Gülcan. " Anneeee!.." diye seslendi kederle Yunus. Yataktan fırlayıp çocuğu kucağına aldı. Kabus görüp korkmuştu, Aziz dönünce ona sormadı bile, koynuna alıverdi oğlanı. Yunus sıcacık ellerini annesinin boynuna doladı. Çok geçmeden herbiri ayrı rüyada kayıp, ama üçü de aynı uykunun kollarına teslim, gecenin rengine karıştılar. Gözünü açtığında her yer aydınlıktı.Öyle gecelerden sonra gelen aydınlık sabahları seviyordu. Yataktan doğrulmasıyla, Yunus da araladı gözlerini. Kehribara çalan ela gözleriyle, bir yanı hala gördüğü rüyada kalmış gibi inanmaz gözlerle süzdü annesini ve odayı. " Sabah mı oldu anne?" diye sordu. " Sabah oldu oğlum" dedi oğlunun yüzünü severken. Yumurtamı yiyince kamyonumu bulalım mı diye soracak diye içinden geçirdi. Yunus yorganı bir çırpıda üstünden sıyırıp, annesinin kucağına gelip yerleşirverdi.Çarçabuk esnedi, gözü yatak odasının balkon camından uzaklara dalmışken: " Yumurtamı yiyince kırmızı kamyonumu bulalım mı anne?" dedi. Biraz geç de olsa, tahmin ettiği cümlenin gelişine sevindi. " Bulmaz mıyız hiç" deyip Yunusu kucağından indirdi. yatağının içinden aldığı yeleği oğlana giydirdi, kısa bir kararsızlıktan sonra, o kahvaltıyı hazırlarken çıkarıp atmasın diye de düğmelerini ilikledi. Gülcan yataktan kalkınca, oğlan da peşinden mutfağa gitti. O kahvaltı hazırlarken, Yunus da arabalarını tezgahın üstüne dizdi. Aheste yaptıkları kahvaltıdan sonra Yunusun üstünü değiştirdi, Akşamdan suya koyduğu nohutların suyunu süzüp tencereye boşalttı.Yatağın üzerindeki eteğini giyip, saçlarını taradı. Omuzlarına düşen kumral dümdüz saçları, kendini bildi bileli hep ayınydı. Ne mahallenin diğer kızları gibi boya sürmüş ne de babaannesinin tüm ısrarlarına rağmen kına yaktırmıştı. Aynadaki görüntüsüne bakıp güzel miyim ben, diye düşündü. Halbuki parlak saçlarının, içi gülen ela gözlerinin; dinlediği vakit ruhunun huzursuz kıpırdanışlarını duyduğu bedeninin farkındaydı bal gibi. Sessizdi yalnızca.Ulu orta bunlarla ilgili konuşmazdı diğer kızlar gibi, ama etrafta olup biten herşeyi farkeden hisleri, beğenileri ve kendine gore hayalleri vardı. Kimseler farketmese bile bazen hırsla, bazen teslimiyet içinde, bazen kararlı adımlarla bazen de kaybola kaybola en başa döndüğü; ama ne olursa olsun hiç durnadan yürüdüğü incecik bir yolu ve bu dünyada bıraktığı ayak izleri vardı Gülcanın. Geç kaldığını hatırlayınca çarçabuk iskemlenin üzerindeki çantasını aldı, Yunusa seslendi, ayakkabılarını giyip evden çıktılar. Soğuk havaya çıkınca uzun zamandır nefesini tutuyormuş da şimdi yeniden büyük bir nefes almış gibi ferahladı. Kedilere, köpeklere baka baka, onca yolu hiç anlamadan yürüyüp, her geldiğinde kendini biraz daha yabancı hissetse de, yaşadığı hayatın dörtte üçünü geçirdiği evin kapısına gelmişlerdi bile… İlk yıllar demir kapının önüne gelince şöyle bir cebini yoklardı anahtarını bulmak için. Aradan geçen yıllar, bir zamanlar o evin bir anahtarının da onda olduğunu unutturacak kadar çarçabuk ve annesinin süpürgesi gibi ayrım yapmaksızın herşeyi alıp götürmüştü. “Gelin bakalım...” diyen şen sesi duyuldu annesinin, merdivenlerin başından. “ Anneanne! “ diye zaptedemediği bir sevinçle bağırdı Yunus. Sesi apartman boşluğunda yankılandı. Annesinin evine girer girmez gelmeden önceki çekimserliğinden eser kalmıyor, ezbere hareket eden elleriyle ne nerede çarçabuk buluyor, artık yapamam sandığı şeyleri bir bir kotarıveriyordu. Yunus’un ayakkabılarını çıkarıp dolaba koydu, ikisinin montunu da kapının arkasına astı. Yunus anneannesine kamyonunu gösterirken, girişteki aynanın köşesindeki fotoğrafa takılı kaldı gözü. Babasının ölmeden önce çekilmiş bir sürü fotoğrafı varken, kırklarındaki bu civan halini seçmişti annesi ona ordan baksın diye. Günden güne eriyip, bir et parçasına dönmüş hastalıklı halindense, bastığı yeri inleten kocası Mehmet’e baka baka, hatırlamak istemediği son günlerinin bir gün hafızasından silinip gitmesini umuyordu besbelli. Babası ölmeden evvel, Gülcan bu evin babasının hastalığından dolayı onu daraltıp boğduğunu zannederdi. Ama babası gitti gideli, bazen sonradan kendine ne kadar kızsa da “ölse de kurtulsa” dediği anları anımsayıp pişmanlık içinde cehennem azapları yaşar; sanki o öyle demese, ne kadar kötüye gitmiş olsa da günün birinde beklenmedik bir şifa ile iyileşip ayağa kalkacakken Gülcan ona bu sonu layık gördüğü için acılar içinde ölüp gittiğine kanaat getirir; bu ceza asla son bulmaz, ancak bu evin kapısından çıkıp kendi evinin tekdüzeliğine girdiğinde bir nebze şiddeti azaltırdı. Bir naylon poşetin içinde biraz yaprak, bir kavanoz da bulgur verdi annesi. Bunlar ne diye sorunca da: “ Kuşa süt nasip olsa, anasından olurmuş” dedi.. Annesinin verdiklerini çantasına yerşeltirirken: “ Necla’nın düğünü varmış yarın, Kıymet Abla davetiye getirdi. Aziz beni salarsa Yunus’u sana bırakıp gideyim dedim, var mı işin yarın?” diye tedirgin sordu Gülcan. “ Yarın mantı yapayım diyodum, olmaz mı, ne güzel olur ?” dedi annesi. Çaylarını içip o akşamüstü eve erken döndüler. Aziz yemekten sonra koltuğa yığılıp, maç özetlerini izlerken de uyuyakaldı. Evlendiğinden beri kaç gecesini böyle geçirdiğini düşündü Gülcan, elinde Aziz’e doğradığı meyvelerin boşalmış tabağı ile. Bazen öyle bir an oluyordu ki, sanki beyninde çalışan motor susuyor; o sessizlikte de hissettiği ne var ne yok açığa çıkıyor, kulaklarında uğuldayıp Gülcan’ı yıldırıyordu. Bu evde kalbinden Ömer geçmesin artık istiyordu. Aziz’le evlenip, kendine verdiği sözü tutmuş olsa da, içinde hissettikleriyle de Aziz’e karşı vicdan azabı duyuyordu. Oysa, Ömer için yapacağını hayal ettiği herşeyi Aziz’e de yapmıştı Gülcan. Ona karılık, çocuğuna analık yapmış, bir gün bile Aziz’in sözünden çıkmamış, yemeğini ütüsünü hiç eksik etmemiş, ama ne yaptıysa kalbine de söz geçirememişti... Sevdim mi Aziz’i diye düşündü. Bir gün olsun ona el kaldırmamış, helal lokma için çalışıp evinin direği olmuş Aziz’e bir tür minnet duyuyor, ona birşey olsa çok üzüleceğini biliyordu. Bunun adı sevmekse, evet sevmişti Aziz’i. Ama askere gittiğiginden buyana bir kere bile yüzünü görmemiş dahi olsa, Ömer deyince bile kalbinde coşkun ırmaklar çağlıyordu elinde olmadan. Doğuda yapmıştı askerliğini Ömer. Olaylı günlerdi, hergün kara haber beklerdi annesi.Hayırlısıyla gelsin de belki meseleyi ailelere açar, nişan bile yaparız diye içinden geçirirken Ömer’in erken döndüğü haberini Züleyha’dan duymuş, ne olup bittiğini merak etse de yüzünü bir türlü görememişti. Herkes ağız birliği etmiş gibi, askerde bir hal gelmiş Ömer’in üstüne demişti, dün gibi aklında... Kimi korkmuş, kimi de dili tutulmuş diyordu sağda solda.. O günden sonra Ömer Gülcanı arayıp sormayınca yüzünü bir daha göremedi Ömer’in. Aylar sonra da taşındıkları haberini duydu.Hayatında ilk kez kanatları varmışcasına uçtuğu günlerin ardından, geçmez diye diye beklediği ayları geçirip mutluluğa bunca yaklaşmışken ansızın kanatlararını da ayaklarını da kaybetmiş gibi Ömer’in onu bıraktığı yerde kala kaldı.. Dünyayı kendine kararttı, ne kimseye yar oldu, ne de gözü bir başkasını gördü. Kıymet Abla’nın aklına girip de Azizle ikisinin aralarını yapmasa, ömrünün bu gölgeler arasında geçip gideceği fikrine kendini çoktan hazırlamıştı. . Necla’nın düğün günü, mahalleden arkadaşı Züleyha ile kolkola girip, bir pasajın içinden düğün salonuna giden merdivenlerden birbirlerine tutuna tutuna inerlerken, farketmeseler de onları getiren ayazla, ter, ucuz parfüm ve sigara dumanı kokan ağır hava her basamakta daha çok birbirine karışıyordu. Şöyle bir etrafa bakındıktan sonra, komşuların olduğu masayı görüp yanlarına gittiler. İlk zamanlar her gittiği düğünde kendininkini hatırlayan Gülcan, artık yavaş yavaş düğünlerinin pek çok ayrıntısını hatırlamadığını farkediyor, gelinlerin gözlerinde gördüğü o umut ve heyecanı her farkedişinde öyle bir duygunun kendi içinde hiç olmamasına şaşıyor, bir zamanlar o hissin olduğu yerde şimdi kocaman kara bir delik gibi duran boşluğu kimse görmesin diye de eliyle kapatmak istiyordu. Mahalleli kadınlar kaş göz işaretleriyle dedikodu yapıp, birbirlerinin bağıra bağıra söylediklerinden anlayamadıklarını ellerinden, kollarından, gözlerinden medet umarak canla başla anlamaya uğraşıyor, gelinle damat masaları gezip hal hatır soruyor, geriye kalan herkes çiftetellinin etkisiyle oyun alanında bu güne kadar öğrendşklerş tüm numaraları sergiliyordu. Gülcan saatine baktı.Yunus’u annesinden alacak, akşam yemeği yapacaktı. Züleyha’yı masadaki komşularla bırakıp, gözlerinde çocukluk arkadaşını gördüğü geline son bir kez bakıp yanaklarından öptü, sıkı sıkı sarılıp tebrikik ettikten sonra merdivenin her basamağında gürültülü müziği ve insanı boğup soluksuz bırakan havayı ardında bırakarak çiseleyen yağmura çıktı. Köşedeki marketten süt alıp çıkmışken başı dönmüş de olduğu yere yığılıp kalacakmış gibi tutnacak yer aradı elleri. Ömer bir adım ötesinde, elektrik direğinin önünde durmuş ona bakıyordu. Yürüyüp de gidemedi Gülcan. Yürü dediyse ayaklarına da söz dinletemedi. Ömer de bir yere kıpırdayamadı. İkisi de nefes alıp verişlerini duyacak kadar birbirine yakın, sokaktan geçen birinin anlayamayacağı kadar da birbirleriyle ilgisizmiş gibi yere bakıyorlardı. Ömer anlatacak, Gülcan da he diyecek, seneler önce durmuş gibi olan dünya birazdan yeniden dönmeye başlayacak sandı Gülcan o an. Gel diyecek şimdi dedi içinden. Gülcan, gel benimle diyecek... Soluğunu tutup öyle bekledi. Bu güne kadar nasıl bildiyse hep söyleyenden önce sözleri, bunu da işte öyle biliyordu şimdi. Yumruklarını sıkıp beklediği saniyeler geçmek bilmedi. Bakamadı Gülcan Ömerin yüzüne.. Bakamadı Ömer Gülcanın yüzüne... Yere indirdikleri gözleri asfalttaki su birikintisinden okudu birbirinin yüzünü. Ömer gel dese, elini uzatsa belki giderdi Gülcan. Geleceğini bilse belki gel derdi Ömer. İkisi de birbirinin ne düşündüğünü bilemezken, birbirlerini gördükleri ilk günden bu yana hiç değişmemiş çocuk gözleri son bir kez değdi birbirine...Köydeki uzun yaz gecelerinde, karanlığın içinden kayıp giden yıldızlar gibi hareli bir ışıltı geçti Gülcan’ın yüzünden. Önce hangisi vazgeçmişti bu hikayedeki bekleyen olmaktan bilinmez. Ama şimdi ikisi de aynı anda, sanki bedenleri onlara ait değilmiş gibi ağır hareketlerle, kalplerini orda, o elektrik direğinin önünde bırakarak, birbirlerinden ayrı yönlere doğru yürüyüp, yağmurun altında sanki gitgide ıslanmaktan küçülmüş gibi görünen birer siyah noktaya dönüşüp, sonsuzluk çizgisinde kayboldular. Evinin olduğu sokağa girdiğinden beri iyiden iyiye hızlanan adımları evin girişindeki demir kapıya gelince zorlukla durabildi. Açık bırakılmış giriş kapısını eliyle itince gıcırdayarak içeri doğru açıldı ağır demir kapı. Gülcan kapıyı var gücüyle bir daha itti. Ağladığının bile farkında değildi ama, ototmatik ışık sönmeden ve kimseye yakalanmadan bir an önce yukarı çıkmak için dikkatle önüne bakarak koşarken gözyaşları öyle hızla akıyordu ki, yanaklarını ve çenesini ıslatmadan gözlerinden yere düşüp, kirli apartman merdivenlerinde ıslak kahverengi lekelere dönüşüyordu. Daire kapısının önüne gelince elinin tersiyle gözlerini, sonra da tüm yüzünü sildi, burnunu çekti. Titreyen elleriyle cebinden çıkarıdğı anahtarlığından kapının anahtarını bulup açtı. Yunusu almaya,annesine gitmesi gerekiyordu. Geç kalırsa Aziz de eve döner, bu saate kadar dışarda kalmış olmalarına kızardı. Banyoya girip çarçabuk yüzüne su vurdu. Çantasını evde bırakıp anahtarlığını cebine atıp çıktı. Yunus hiç mızıldanmadan durmuş,öğlen anneannesinin pişirdiği mantıyı da bir güzel yemiş, parka gitmeyi haketmişti.El ele tutuşup parka kadar konuşmadan yürüdüler. Dünden beri yağıp az once duran yağmur, parkın beton zeminin belli yerlerinde küçük göletler yapmıştı. Parktaki çocuklar kah kağıttan yaptıkları gemileri dal parçalarıyla iterek ve üfleyerek yüzdürüyor, kah birbirlerine su atıp çığlık şamata ortalığı çınlatıyor; kaçışıp geri gelerek,birbirlerini yakalayıp sonra da salıvererek sonu hiç gelmeyecekmiş gibi görünen bir oyun oynuyorlardı. Alt kattaki komşunun oğlu Yunusu görünce kağıt gemilerinden birini ona verdi. ‘’ Anne bak! ‘’ dedi heyecanlaYunus. ‘’Ne güzel, hadi yüzdür bakalım’’ diye cevap verdi koşan oğlunun arkasından Gülcan. Bir nefeslik çocuk rüzgarıyla nazlı nazlı suda süzülen kağıttan gemilere baktıkça, böyle olabilse insan, diye geçirdi içinden Gülcan. Rüzgarı ardına aldı mı, hiçbir şeyi düşünmeden gidebilse uzaklara. Ben öylemiyim ya? Olsa olsa rüzgar gülü olur benden; fır fır kendi etrafında dönüp hiçbir yere gidemeyen. Yunus, topladığı çakıl taşlarından birkaçını içine doldurunca yırtılıp suya gömüldü kağıt gemi. O ağlamaya başlayınca, bu işareti bekliyormuş gibi akşam ezanını okumaya başladı karşı camiinin muezzini. “ Hadi oğlum, evimize gidelim artık. Babamız da gelir, bulamazsa bizi evde, kızar sonra” deyip, Yunus’u tuttuğu gibi kucağına aldı bu sefer. Çocuk burnunu çeke çeke, içli içli ağlarken, gökyüzünden yere doğru siyah bir tül gibi inmeye başlamıştı bile akşam. Eve gelir gelmez ağlamaktan bitap düşüp kucağında uyuyakalan Yunusu yatağına yatırdı. Salona geçip perdeleri sıkı sıkıya kapattı. Işığı açmadan mutfağa geçti. Mutfak masasına oturup bir sigarayaktı. Ne zaman uzağı arasa gözleri, yakınındaki başka bir güzelliği farkediyordu Gülcan. Çünkü ne zaman yürüyecek olsa ayakları, ona bağlı prangaları o zaman hatırlıyordu.Her zaman yaptığı gündelik işler, hayata tutunduğu vantuzları gibiydi. Ezberini bozmak, tuttuğu dalları bırakmaktı şimdi.Oysa Gülcan o dalları bırakacak gücü bulsa bile, sonrasında uçamazdı ki! Olsa olsa,tutunduğu yeri bıraktığı anda düşüp kanadını kırar, bir daha da bırak uçmayı, kalkacak takati bulamazdı kendinde. Tutsak olduğu kafesinde, uçmayı hiç bilmeyen,özgürlüğü hiç tatmamış bir kuş gibiydi Gülcan. Bu vakitten sonra kafesinden başka yerde yaşayamazdı. Onun bitirmelere değil de, sonunu düşünmeye gerek olmayan, kimseye zararı olmayan unutamayışlara yetiyordu gücü. Hiçbir yere gidememenin öcünü, unutmadan ölünceye kadar severek alıyordu kendince. Sigarasını masadaki kültablasında söndürdü, ellerini yıkadı. Dolabı açıp şöyle bir bakınıp kapattı yeniden. Musluktan bardağa su doldurup bir dikişte içti.Tekrar açtı dolabı. Lahana dolması yapacaktı, Aziz’in en sevdiği yemeği. Pazardan alıp mutfaktaktaki dolabın altına yerleştirdiği yerden lahanayı çıkarıp, masanın üzerinde yapraklarını ayırdı. Suyu kaynattı. Soğanı doğrarken Yunus uyanmasa da sarıversem uyurken diye geçirdi içinden. Öyle der demez de, hemen pişman oldu. Pirinci tasla ölçüp tepsiye boşalttı. Doğradığı soğan gözlerini yakınca pencereyi açmasıyla beraber serin rüzgar alaca karanlıkta içeri doğru dalgalandırdı mutfağın tülünü. Eli kendiliğinden radyoya gitti. Neşet Ertaş söylüyordu, en güzel yerindeydi türkünün: “Bilirimsevdiğim, kusurun yoğdu Sana karşı benim hayalim çoğdu Felek bulut oldu, üstüme yağdı Yaşları gözüme dolan dünyada“

13 Temmuz 2014 Pazar

İZLERKEN

 



Binbir çeşit insan ve renk arasından sıyrılıp küçük oğlumla koskoca bir okulun tüm velilerini aşıp en ön sırada ayrılmış yerimi bulup heyecan içinde kızımın ilk gösterisini izlemek üzere olduğumdan hızlı hızlı çarpıyor olmalıydı kalbim,gizli geçitten geçip salona daveti beklemeden şimdi burada yapayalnız ve tek başıma oturuyor olmaktan dolayı suçluluk hissettiğim falan yoktu aslında kendimi yokladığımda.
Bu küçük arabayı atıvermiştim çantama izlemeyi başarabilirsek belki kucağımda oyalanır diye,bir de şu küçük fili... Sütü yanımda mı? Ya suyu? Eee J nerde? diye düşünürken kapılar açıldı.İnsanları görünce kendimi daha iyi hissettim-demek ki suçluluk duygum varmış-
Yanıma oturan uzun boylu orta yaşlı adam  hemen yanımdaki koltuğu eşi için "tuttuğu"ndan bana mahcup hissetti diye düşündüm-sürekli Teo yu oyalayacak şaklabanlıklar yaptı.İyi oldu benim için de,çünkü artık son düzeltmeler yapılan sahnedeki büyük boy sivri sinekler yerini almış,kindergarten mini sivri sineklerin gelmesi için dakikalar sayılmadaydı.Miniğim bu yılına "vegeterian mosquito" adlı drama gösterisiyle veda edecekti,ve o mini boy mosquitoyu bilakis ben ısırmak için beklemedeydim ki adamın eşi geldi yerleşti tam yanıma.
Selamlaştık.
Nazikçe yanına yerleştirdiği çantasına asıldı Teo,tam o sırada da sahne açılmaz mı? Sessizce özür diledim.Çok kibarca hiç önemli oladığını söyledi ve Teoyu sevdi bu arada yine bir gecikme eşine anlatıyor coşkuyla:
" İyi oldu bu sene..Bitti de şükür...Bak bu drama öğretmenleri.Şu kırmızılı da Müzik Öğretmeni..Küçük okul olunca böyle herkesi biliyo insan.Bak şu kel kafalı da ( J , o kel kafalı :)  ) anasınıfında öğretmen.Her sabah görüyorum oğlanı bırakırken...Ay bi neşe bi komiklikler...Nasıl seviyor çocukları,böyle üstüne tırmanıyo çocuklar bi görsen...Adam gerçekten çok seviyo belli mesleğini...Nadire nin ufaklık bu sene başlayınca ona denk gelse keşke...
Nasıl mutlu oluyorum nasıl...Benim kocam o! Her sabah küçük kızımın elinden tutup akşamın körüne kadar onu eğleyen,küçüğümün sevgilisi...benim sevgilim...
Sonra bi fırsatını bulup bana soruyor konuşkan komşum.
Sizin çocuğunuz burada mı? 
Evet,anasınıfındaydı bu yıl...
Ayy öğretmeni kim?
Şu kel kafalı olan. :)
Ayyyyy afedersiniz lafın gelişi kel dedim.Ne kadar şanslısınız...
Teşekkürler...

...

Miniğimi görüyorum sonra bütün o irili ufaklı sivri sineklerin arasında sanki en güzeli benim küçük sivri sineğim! 3 haftadır yatıp kalkıp söylediği şarkısını hepsinin içinde danslarını yapa yapa içine Parla Şenol kaçmış gibi nasıl da kıvırta kıvıtra,evadan yapılı koni şeklindeki arkadan bağlamalı "burnunun" ağzına ağzına girmesine aldırış etmeden nasıl bağıra çağıra söylüyor...Gurur duyuyorum...
Komşum kocasını dürte dürte ahhh şu kırmızılıya bak! ( Leyloş o!  ) şunun dansına baksana İhsan...Diğerleri utanıyo ama cimcimeye bak nası kıvırta kıvırta söylüyo...diyor...
Sonra bana dönüp sizinki hangisiydi?diye sormaz mı!
Kırmızılı! diyorum gülerek...Bu sefer hep beraber ne çok gülüyoruz...

Hayatıma kuş bakışı bakmamıştım uzun zamandır. Bu gün kanat takıp uçma günüymüş...ne iyi geldi dışardan bir çift gözün güzelliklerimi bana hatırlatması...

Teşekkürler konuşkan teyze...

:)